Gülmeye çalıştım. Parmaklıklardan boynumu şöyle bir çıkarsam diyorum ve gökyüzünün sahtekarlığına bakabilsem. Fakat o sırada kilitler açıldı, içeri unutkanlığıyla meşhur müdür yardımcısı, sağa sola tükürerek girdi. “Getirin şunu.”
Çatlayacak başımı ve çoktan pes etmiş gövdemi hücremin penceresinden karga tulumba aldılar. Ayakkabılarının önünde fırlattılar. Buna güldüm. “Ne gülüyorsun” diye çıkışıp başıma bir tekme attı, buna da. Nihayet hınçlarını alınca, bana serbest olduğumu söylediler. Kanayan başım ve lüzumsuz gövdemle artık arzın muhtelif yerlerinde sürünmeye hak kazanmışım. Sanki yeniden doğuyordum. Sanki bu, iyi bir habermiş gibi. “Eşyalarını topla!”
Bütün bir hücreyi yanımda götürmeliydim. Hepsini. İntiharlarıma şahit şu iskemleyi örneğin, defalarca ölmeye yattığım şu şilteyi, duvarlardaki tırnak izlerimi, kanımı taşıyan bu taş zemini kesinlikle götürmeliydim. “İmkansız!” diye geçirdim içimden, “Çıkmak istemiyorum”.
Koridordan bir ses geldi. “Amma da korkaksın!” Yalnızca bir sesti. Geldi geçti, diye ürperişimi dizginlemeye kalktım. Fakat o sesi tanıyordum. Yankılanınca onun hücresinden benim hücreme yılanlar doluşuyordu. Kaçacak yerim de yoktu. Ben de “korkmuyorum!” diye bağırdım. Ve bir kahkaha, bu defa akrepler ve çiyanlarla doldurdu hücremi. Şiltemin üzerinde oynaşıyorlardı.
Kapıya tutunup “çıkarın beni!” diye bağırdım. Bağırdım çünkü sırtımda yılanların soğukluğunu, akreplerin yürüyüşlerini hissediyordum. Fakat kimse gelmedi. Onlar gelmedikçe ben zehirlendim tabii. Korku ve nefretle bir tür vahşeti üzerime giyindim. Pencereye koştum, boynumu çıkarsam da gökyüzünde bir merhamet sızıntısı kalmış mı bir baksam. Ve kilitler açıldı. İki kolumda iki gardiyan, bembeyaz kesilmiş ve titreyerek yürüdüm onlarla. Ve son merdiveni çıkarken aynı ses bağırdı, “korkak! Kendini öldürmeyi bile beceremeyen ucube!”
Yeryüzü oldukça sakin göründü gözüme. Bu dağ başı, bu bozkır, zararsız olmalıydı. Söz gelimi ben, çoğunluğa gözümü dikmiş değildim zaten. Olsa olsa, küçük bir hengame, beni doyuracaktı. Fakat ben, elimde olsaydı gitmezdim, diye düşündüm. Sırtıma dostça vurup hayırlı olsun diyen bu iki kendini bilmez, beni ne zannediyordu. “Şuraya bakın!” dedim hayret içinde, “Bu ne rezalet böyle! Burada mı yaşayacağım?” ve yanımdaki gardiyanın tabancasına davrandım. Dizinde vurdum, diğeri üstüme atlayıp kolumu kırdı. İçime acıyla dolu bir ferahlık yayıldı o zaman. Korkum geçti ve muzaffer bir edayla “Sahtekar!” diye bağırdım yattığım yerden. “Ben kazandım.”